Farsça’dan bir tını şeklinde gelen bu isim içinde ne acılar barındırır, ne sevdalar yüklüdür bilinmez. Bilinen tek şey bu aşkın tılsımına bir defa kapıldığında kendini içinden alamayışındır. Yıllardır konuşulur durur, Nazım-Piraye aşkı. Ortada deste deste mektuplar, yazılmış nice şiirler, nice şiir gibi aşk sözcükleri…
Oysa kimse Piraye’den dinlemedi Nazım’ı. Hep Nazım yüzü bilindi bu aşkın. Biri de çıkıp demedi ki iyi de aşk bir taraflı mı yaşandı, Piraye ne çok sevdi kim bilir diye. Oysa Piraye’nin oğlu Memet biliyordu her bir şeyi. Nazım’ın şiirlerindeki ‘Oğlum Memet’ hitabetiydi, Memet. O 9 yaşındayken annesi Nazım’la evlenmişti. 12 yaşına geldiğinde ise Nazım hapse atılmış, annesinin sessiz çığlıklarını dinlemişti.
Aşk Sonsuzluğu
Nazım Piraye’yi çok sevmişti sevmesine de Piraye de bu aşkla tek başına kaldığında acı çekmemiş miydi? Aşkın derin sonsuzluğunun içinde kaybolup gitmemiş miydi? Nazım’ın şiirlerinde bahsettiği yeşil gözlü kadının kendi olmadığını anlamak için aynaya bakması yeterliyken bunu anlamamazlıktan gelmesi gururunu kırmamış mıydı? Kırmıştı ya ne çare? Nazım artık başka aşklarda can bulmuştu.
Şiirlerini başka aşklara yazıyor, sonsuzluğunu başka kadınlarda arıyordu. Piraye ise geç bulup erken kaybettiği aşkına yanıyordu. Yaralı geçirdiği ilk evliliğinin acısını kapatan Nazım artık yoktu. Giderken de daha derin bir yara açmıştı eskisinin yanına, hemen yanı başına. Oysa başını göğsüne yaslayıp uyuduğu vakitler de olmamış değildi ama ne çare… Yitip giden bir aşk destanı olmuştu bu aşk da böylece.